21 Ağustos 2010 Cumartesi

Deli Olmak İşten Değil !



Nasıl deli olduğumu soruyorsunuz. Şöyle oldu;
Bir gün, Tanrıların doğmasından çok önce, derin bir uykudan uyandım ve bütün maskelerimin
 - yedi ayrı hayatımda benimseyip kullandığım yedi maskemin de - çalınmış olduğunu gördüm.

Kalabalık sokaklarda, maskesiz çılgınlar gibi bağıra bağıra koştum;

“Hırsızlar, hırsızlar, lanet olası hırsızlar!”

Kadın erkek herkes güldü bana, bazıları da korkup evlerine kaçtı.
Pazar yerine vardığımda, damda duran bir genç haykırdı;

“Delidir o !”

Onu görmek için yukarıya baktım; güneş çıplak yüzümü öptü ilk kez.
Evet, ilk kez güneş benim çıplak yüzümü öptü ve ruhum güneş için aşkla tutuştu,
maskelerimi hiç istemiyorum artık. Kendimden geçmiş gibi bağırdım;

“ Şükürler, şükürler olsun maskelerimi çalan hırsızlara.”

İşte böyle deli oldum!..

(*)






(*) Halil Cibran "Deli"
Müzik: Edip Akbayram "Deli olmak işten değil"
Söz: Ümit Yaşar Oğuzcan

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ben de çocuktum !



tıklayınız

Babaannemle birlikte yaşadığım dönemlerde, evimizin en önemli eşyalarından biriydi radyo. O zamanlar hayatımıza henüz yeni girmeye başlamıştı televizyonlar. Radyo ise bizim için bambaşka dünyalara açılan bir kapıydı. Belli başlı programlar olurdu ve biz o programları hiç kaçırmamaya özen gösterirdik. “ Radyo Tiyatroları ” vardı bir de “ Arkası Yarınlar ”, çocuklar için de ayrıca " Çocuk Piyesleri " olurdu. Hemen her gün hiç aksatmadan ben, çocuk saati programını dinlerdim, babaannemde radyo tiyatrosunu. Akşamları da tekrarları olurdu bu programların. Tabi ki önceliğimiz sabah ajansını (haberlerini) dinlemek olurdu. Pazar alışverişleri, mahallenin bakkalı, fırını, seyyar manavı, güğümlerde yoğurt satan satıcıları… Ev gezmeleri, hasta ve ahbap, eş-dost ziyaretleri… Kısaca çok modernize olmuş bir hayatlarımız yoktu belki ama bizler, çevremizdeki komşularımız, ahbaplarımız ve arkadaşlarımızla birlikte daha içten ve çok daha manidar bir şekilde yaşardık. Sevinçlerimizi de, kederlerimizi de paylaşırdık. Bilirdik ki paylaştıkça çoğalacak sevincimiz ve azalacak kederimiz…
 
Bir de hiç unutmuyorum… yine ilkokul yıllarımda sınıf arkadaşlarımla ders çalışmak için haftanın belli günleri toplanırdık. Hani genellikle ev hanımlarının, arkadaş çevresi ile bir araya gelerek oluşturdukları ve sadece bizim ülkemize has olan ve adına da “gün” denilen buluşmayı; biz küçükler de kendi aramızda düzenlerdik. Bizim amacımız -dedikodu yapmak değil de!- özünde ders çalışmak olurdu. Biraz ders biraz da oyun:) Bir araya geldiğimizde hem radyodan takip ettiğimiz bazı çocuk saati programlarını dinler hem de öğretmenizin verdiği ödevleri birlikte yapardık. Aralarda verdiğimiz kısa bir mola da ise, çay ikramı olur yanında da her ev sahibinin bizim için hazırladığı tatlı ve tuzlu kurabiyeleri, börekleri, çörekleri güle oynaya afiyetle, keyifle yerdik…
 

Arkadaşlarımla birlikte ders çalışırken, bir yandan da radyodaki çocuk saati programını da dinler, aralarda çocuk korosunun seslendirdiği;

“ Orda bir köy var uzaktaaa..! O köyyy bizim köyümüzdür. Gitmesek de kalmasak da o köyyy bizim köyümüzdürrrrrr..! ”

şarkısına da eşlik ederdik. Ben ve arkadaşlarım nedense bu şarkıyı çok severdik. Hep gözümde canlanırdı o uzak dağlardaki köyler! Yemyeşil bağlar, meralarda otlayan koyunlar, boyunlarındaki zillerin şangırtılı sesiyle yaylalara dağılmış Sarıkızların (büyükbaş hayvanlarının) görüntüleri, çobanların kaval sesleri, tavuklar, ördekler, kazlar, folluktaki yumurtalar… ve o köylerde yaşayan çocuklar… Belki de yine o zamanlar hepimizin severek izlediği; büyükannesiyle birlikte yaşayan çizgi film kahramanı Heidi’ nin de etkisi vardı! Böylesine meraklanmamın ve uzaklıkları yakın kılacak hayaller kuruyor olmamın… kimbilir !…
Derslerimizi çalışırken, hepimizin değişik değişik kırtasiye araç-gereçleri olurdu… Pek çoğumuz orta halliydik sanırım. Kimimizin görsel zenginliği ama içsel eksikliği, kimimizin de, görsel yoksunluğu ama içsel zenginliği vardı! Ama biz o yaşlarda bunları anlayacak durumda değildik henüz. Sadece şu bir gerçekti ki benim kırtasiye araç-gereçlerim, oyuncaklarım, elbiselerim vs. herkesten daha fazlaydı… Bir yığın oyuncağım, bebeklerim, trenlerim, renkli, renkli kalemlerim, boyama kitaplarım, defterlerim vardı… Hatta çoğu kez utanırdım onları kullanmaya! o süslü püslü kimselerde görülmeyen elbiselerimle, rengârenk boya kalemlerimle, defterlerle yazı yazmaya… 

İki yıl yurt dışında gittiğim kindergarten (anaokulu) döneminden sonra, ilkokul eğitimi sürecini babaannemin yanında geçirmek üzere Türkiye’ye gelmiştim… Ailemden uzakta olan ben, onları sadece yaz tatillerinde en fazla birkaç ay görebiliyordum. Tatillerimi kimi zaman yurt dışında, kimi zamanda Türkiye’de geçirirdim. Gurbette yaşayanların ancak anlayabileceği! Tarifsiz özlemlerimiz, iç burkutan hüzünlerimiz olurdu. Annem ve babam her yıl yaz tatilimde yanıma geldiklerinde, Türkiye’ de bile doğru düzgün olmayan, çoğu yabancı malı, bir sürü değişik hediyeler… defterler, kalemler, boyama kalemleri, oyuncaklar, elbiseler….getirirlerdi bana. Onlara olan hasretimi ve içimdeki boşluğun yerini doldurabilir miydi tüm bunlar? Dolduramazdı elbet... Benim çocuk yüreğimle ve aklımla izah edemeyeceğim ama kendilerince haklı gerekçeleri olan ve adına ‘ekmek kavgası’ denilen, bedelleri ağır bir mücadeleydi bu! Benim çocuk yüreğimin kanat çırpınışlarını hisseden ve onların yokluğunu aratmamak için benimle adeta çocuk olabilen, birlikte gülüp eğlendiğim hatta o ilerlemiş yaşına başına bile aldırmadan; benimle oyunlar oynayan, dans eden, yerlerde taklalar atan çok tatlı bir babaannem vardı… Bir de iyi günde, kötü günde bizi yalnız bırakmayan, çoğu kez akrabalarımızdan bile daha yakın olabilen; komşularımız, dostlarımız, ahbaplarımız, arkadaşlarımız ve biricik Öğretmenim…
 
Sık sık evlerimizde düzenlediğimiz, bugünün çocuklarının parti diye adlandırdığı, bizim ise “ Ayşe’nin günü, Ekrem’in günü ” dediğimiz " ders çalışma günlerimizi " ve sıranın bana geleceği günü ise hep iple çekerdim.

Almanya'dan gelen oyuncak bebeklerimi, rengarenk boya kalemlerimi, trenlerimi çıkartır ama arkadaşlarım gelince de, mahcup olmasınlar! diyerek ortadan kaldırır... süslü püslü kalemleri mi ise bir türlü kullanamazdım!..

O günlerde, babaannem beni yakından gözlemlemiş olacak ki bir gün, neden kullanmadığımı bana sormuş ben de; onlarda olmadığı için sıkıldığımı ve yanlarında kullandığımda üzülebileceklerini düşündüğümü söylemiştim. Babaannem ise tam tersine araç gereçlerimi ve diğer oyuncaklarımı arkadaşlarımla paylaşmam gerektiğini hatta bazılarını da arkadaşlarımın özel günlerinde kendilerine hediye edebileceğimi söylemişti…
Ve ben babaannemin bu güzel nasihatinde sonra, o andan itibaren elimde kullanmadığım ve bende fazla olan ne kadar araç gereç varsa - kalemlerimi, defterlerimi, oyuncaklarımın pek çoğunu. -  arkadaşlarımla paylaşarak utanıp sıkılmamama gerek kalmadan onları rahatça kullandım... hatta öncesine kıyasla oynadığımız oyunlardan bile çok daha  fazla keyif aldım. Ve paylaşmanın ne denli önemli olduğunu zamanla, hayatı yaşadıkça daha da iyi anladım.
 
Yine o yıllarda, her çocuk gibi küçük ve masum ama birazcık daha narin bedenim ve kırılgan yüreğimle ben sık sık hastalanırdım. Biraz da iştahsızdım… Belli ki psikolojikti tüm bunlar… çünkü yazları ailemle birlikte olduğumda hiçbir şeyim kalmazdı !..

Bir de yine o yıllarda okumayı çabuk öğrenen, güzel okuyan ve derslerinde başarılı olan öğrencilerin yakalarına mükafat olarak, mavi – pembe - kırmızı renklerde kurdeleler takardı öğretmenimiz. Ben özellikle çok sevdiğim Türkçe dersinde oldukça başarılıydım. Hemen hemen herkesten önce okumayı-yazmayı öğrenmiştim. Ve biricik Ayten öğretmenimin sınıfta ilk kurdeleyi bana takacağını öğrendiğimde inanılmaz sevinmiş ama aksilik o ki kısa bir süre sonra da hastalanmış yatak döşek yatmıştım…

Babannemin evi, okuluma çok yakındı öyle ki teneffüslerde bahçeye çıkan öğrencilerin seslerini dahi duyabiliyordum. Ve ben hastalık dolayısıyla devam edemediğim ve kurdelemi alamadığım için çok üzgündüm. Ama benim çok sevdiğim ve onun da beni diğer öğrencilerinden sanki biraz daha fazla sevdiğini hissettiğim o değerli insan, biricik Öğretmenim hiç üşenmemiş bir gün tüm sınıfı toplayarak benim ziyaretime, hem geçmiş olsuna ve hem de mavi kurdelemi takmaya gelmişti! O günkü heyecanımı ve mutluluğumu tarif edemem nasıl sevinmiştim... Kısa bir süre sonrada iyileşmiş ve okuluma devam etmiştim.
 
Şimdi düşününce anlıyorum ki; yakınlarım, komşularım, arkadaşlarım ve biricik Öğretmenim… duyarlılıkları, fedakarlıkları ve karşılık gözetmeksizin sarf ettikleri emekleri, şefkatli yaklaşımları ile nasıl yaralarımı sarmışlar, beni nasıl ferahlatmışlardı!.. hep o içimdeki boşlukları doldurmaya çalışmışlardı…
 
Elbet anne ve babanın yerini hiç kimse dolduramaz ama yine de ben; çevremde böylesine harika insanlar, Öğretmenim, arkadaşlarım, yakınlarım ve çok iyi anlaştığım arkadaşlarım ve her şeyden önemlisi, sıcaklığını ve şefkatini cömertçe sunan, beni çok seven ve benim de çok sevdiğim babaannem olduğu için bu yüzden kendimi hiç yalnız hissetmezdim…
 
Aradan yıllar geçti… ben bir zaman sonra aileme kavuştum. Hayatın içinde hüznün de, sevincin de var olduğunu… Varlığın da, yokluğun da biz insanlar için kazanılıp/kaybedilebilir! gelir-geçer bir durum olduğunu öğrendim. Bende var olan ve fazla olanı hep başkaları ile paylaştım. İlkeli yaşamanın, ahlaklı olmanın, varken paylaşmanın… bizleri ne denli büyüttüğünü ve çoğalttığını zamanla daha iyi anladım… En çok da çocukken kurduğumuz düşlerin ve umutların, hayatımızda ne denli önemli olduğunu…
 
Ne zaman “ orda bir köy var uzakta!…” şarkısını duysam tüylerim diken diken olur! hep o çocukluk günlerimde; arkadaşlarımla birlikte radyoda dinlerken bu şarkıyı, bir yandan da hep birlikte bu şarkıya eşlik edişlerimiz gelir aklıma… gözümde canlanır arkadaşlarımla paylaştığım o an’lar; ders çalışmalarımız, renkli kalemler ve defterler, oynadığımız oyunlar; yakar toplar, körebeler… birimiz yara bere içinde kaldığında ve ağladığını gördüğümüzde dayanamayıp, o acıyı bizimde yüreğimizde hissederek nasıl göz yaşlarına boğulduğumuzu… içten kahkahalarımızı, ilginç hayallerimizi ve gülümseyen gözlerimizi anımsarım…

Ve bir zamanlar…
her tür sevinci ve kederiyle, paylaşılan hayatlarımızın içinde;
sıkıntılar ve yoksulluklar olsa da insana dair hasletlerimizle
birbirimize ne denli yakın, yüklerimizin daha hafif
ve gönülce zengin olduğumuzu…

bu gün ise geçmişe kıyasla,
her şeye çok daha çabuk sahip iken, “var-mış gibi!” görülen
onca varlığa ve çokluklara rağmen insanların
günden güne yalnızlaştığı ve aslında birbirimize ne denli
uzak, yüklerimizin daha ağır ve maneviyattan da o denli yoksun olduğumuzu…

düşününce anlıyorum ki…
Varlık nedenimizi her geçen gün birer birer kaybediyoruz!


Artık herkes bir ses kadar yakın
ama, ama işte;
O dağların ardındaki köyler
kadar da uzak birbirine!..

 



Öykü: Esmir - izler ve yansımalar
Fotoğraf: AllPosters

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Yüreğim gövdeme sığmıyor!

 

Bu sıcaklarda yazmak için oturduğum masamda sabah mahmurluğunu daha üzerimden atamamışken ve yazmayı düşündüğüm; gece rüyalarıma giren anılarda kalan çocuk düşlerimin kırıntıları arasında gezinirken... çok çabuk ayılıvermeme sebep olan  ah o har'lı gündemler yok mu!..

ve şaşkınlıklarıma dahi şaşıramayacak hallere bürünmüş olan ben...

kelimelerim kifayetsiz, düşüncelerim ise güneşin alnında kavrulmuş ve toplanmayı bekleyen çamaşırlar gibi, öylece kalakaldılar…

Oysa paylaşmayı düşündüğüm biraz komik, biraz buruk çocukluk anılarım vardı unutamadığım,  iz bırakan ve aklıma geldikçe beni hep güldüren… ne güzel yazacağım diye düşüne-dururken şimdi birden bire hepsi kursağımda…

oldu mu ya! bağırmak istiyorum artık içim içime sığmıyor, ha taştı ha taşacak!..

Tıpkı Aziz Nesin’in söylediği gibi;

Yüreğim gövdeme sığmıyor
                Gövdem odama
                             Odam evime sığmıyor
                                            Evim dünyaya
                                                         Dünyam evrene sığmıyor
                                                                                   Patlayacağım (*)

Modlarında off layıp poff’ larken ve nereye atsam ki kendimi diye cebelleşirken…

“ yediğin önünde yemediğin yanında, daha ne istiyorsun kadın!” diyen iç sesimle kendime gel-e-bil-dim! “Patlayacak ne var ki hayallerimiz ne güne duruyor ki!.. ” dedim. Hayallerimi geçmişten günümüze uyarlayıp monte etmeye çalışırken iç seslerim ve ben tam bir düello halinde mücadeleyi sürdürerek…

Önce güzel bir müzik koydum pikaba diyecektim ama artık bu kavramlarda pek bir demode oldular… anyway :) bu ise tam bir Amerikanvari özentilerden:) pardon züppeliklerden…tabiri caizse küstahlık algılaması! Sorry sorry! ayıp oluyor vallahi! Birazcık da ben tiye alayım ama ya… "sen mi kurtaracaksın bu dünyayı kadın! Hep al üzerine hep al! Nereye kadar…"

Bu sefer tümden gelişe yöneldim e... birazcık da koptum geldim… kelimelerin içine; Türk kahvesi yerine English tea serptim ve gerçekten de sevgili okuyucu pek bir ayıp ettim… sıcaklar bunalttı beni suçu da bir güzel havalara attım…

Anlıyacağınız şimdi CeDe mizden bilmem kaç oktavlık cıstaklamalarla ben havaya girmeye çalışacağım…ama yok yok ben ruhumu sükuta ayaklarımı da suya salmam gerekiyor ki kendime gelebileyim!..bu yüzden birazcık rehabilite türden olsun müziğimiz ve işte öyle bir müzikle açılıyorum engin denizlere….

şimdi play'e basma zamanı !


Ve hayal kurma moduna şöyle tam girmeye çalışarak kapatıyorum bir süreliğine gözlerimi…

birer birer yok ettiğimiz doğayı ve çöp yuvasına dönmüş denizleri görmemeye çalışarak, hayallerimi tertemiz okyanuslara doğru öteleyerek açılıyorum !…


denizin dalgalarla boğuşan seslerini duyuyorum, başımda martılar uçuşuyor… yosun kokusu bir yandan…ohhh nasıl güzel bir iyonizerli hava böyle; püfür de püfür esiyor…saçlarımda deniz kokusu! bu arada kafi gelmeyen klimalara “x” iyonizerli takviyesi yapıyorum ve yanıbaşımda ormanların gölgesinde serinliyorum :)

ve birde akşamdan yaptığım fernando tarifeli mis gibi nane yapraklarıyla harmanladığım ve buzlarla daha da bir desteklediğim buğulanmış bardağımda limonatamıda yudumlayarak ohh..ferahlıyorum…

şimdi keyfime diyecek yok valla…küçük ama ferah  odamda, koskoca dünya avuçlarımda yelken açıyorum istediğim okyanusa!...

Olmak yada olmamak işte bütün mesele burada!

Götürememişsen yüreğini gittiğin yere, ne fark eder ki zaten gitsen de istediğin yere…




Şiir: Aziz Nesin - Dar Dünya
Müzik: Stavros Lantsias-Epistrofi
Resim: 1x