27 Haziran 2012 Çarşamba

Biz büyüdük küçüldü dünyamız!


Hepimiz çocuktuk bir zamanlar… Güle-ede, düşe-kalka oyunlar oynardık birbirimizle!.. masumiyet yüreklerimizden taşar, samimiyet hallerimize yansırdı!.. hesap-kitap nedir, bilmezdik… hayatı da masallardaki gibi zannederdik!..  Olur olmadık şeylere gülerdik, bazen de kızardık birbirimize, en fazla saçlarımızı çekerdik öfkelenince! canımız acımışsa eğer o zaman ağlar ardından da hemen oracıkta arkamızı dönerdik… küsmek olurdu bu çocuk aklımızca..  

Ve küskünlüğümüzü ifade etmenin en pratik yolu da “hadi uzat serçe parmağını ” demek olurdu!. serçe parmaklarımızı karşılıklı olarak üs-tüste getirirdik ve ; “sen de küssssssss hadi!”… der “küstüm tamam!” diyerek karşılık verirdik...bu bir tarafın kırgınlığını diğerinin onaylaması anlamına gelirdi… böyle çocuk aklımızla küsmeleri de oyun haline getirirdik!..

Kısa bir süre sonra, ne olduğunu, neden olduğunu dahi bilemeden ve anlayamadan, aslında buna da hiç gerek kalmadan küskünlüğümüzü unutuverirdik!..  öyle günlerce sürmezdi küskünlükler… bu duygu bizi esir almadan ve bizim içimizi kemirmeye dahi fırsat vermeden en küçücük şeyde gider birbirimize sarılır ve sonra parmağımızı tekrar uzatarak “hadi şimdi, düzelt” derdik… parmaklar yeniden eski duruşuna döner  bu da - barıştık artık biz! - demek olurdu… ardından hemen sarılırdık birbirimize ve oyunumuza devam ederdik  kaldığımız yerden, güle oynaya:) zaten incir çekirdeğini doldurmayacak şeydir o küskünlük ve incir çekirdeği kadar bile içte tortulanmasına zemin bırakmadan hemen geçerdi  kırgınlıklar!.. biraz da oyun gibiydi bu küçük sitemkar küslükler…

Sonra düşe kalka büyüdük… her birimiz başka başka yollara doğru ilerlerken, kimimiz kök saldık!.. kimimizin örselendi yürekleri çokça!.. kimimiz daha yolun başında yorgun düşmüş, kimi yolun ortasında savrulmuş bir yana! kimimiz erkenden varmış yolun sonuna!.. kimi de yara bere içinde çakıl toplamakla meşgul hala o dikenli yollarda!…
Zamanın çetrefilli kollarında, ne yollar ne de yolculuklar bitmez imiş!..
adım başı duraklarda inen de çok binen de!..

23 Haziran 2012 Cumartesi

“The Great Masters” Sergisi’nde Rönesans’ın dehaları ile buluştum!


Bu yıl Tophane-i Amire’nin sadık ziyaretçisiyim!  Birbiri ardına ilham veren sergileri gezerken ben; Geçmişten bugüne ve geleceğe köprüler kuruyorum düşlerimde…
16. yüzyıl İtalya’sının en ünlü üç ustası Michelangelo, Leonardo ve Raphael ile Tophane-i Amire’de ‘Büyük Ustalar Sergisi’’nde buluştum… Bu sergi alışılmışın dışında! yani sergiye gelmeden önce -bu üç ressamın eserlerinin (tablolarının) orijinalleri olmasa da, olabildiğince çok kopyaları ile karşılaşacağımı- zannediyordum, yanılmışım!
Çünkü bu sergi “The Great Masters”, Türkiye’nin ilk interaktif sergisi oluyormuş! Ve ben on bir farklı bölümden meydana gelen ‘The Great Masters’ sergisinde Rönesans dönemine ait sanatçıların gözünden unutulmaz bir yolculuğa çıktım..
Rönesans, insanlığın zaferinin dönemidir.
Serginin girişinde -Cellut'u sapanla gözüne taş attıktan sonra alt eden Davut'un- Michelangelo tarafından yapılan tasviri ve her açıdan görebileceğimiz Davut Heykeli, tüm ihtişamıyla bizleri selamlıyor.
“Âvâzeni bu âleme "Dâvûd" gibi sal
Bakî kalan bu "kubbe'de" hoş bir sadâ imiş.”
 
böylesine hoş bir karşılaşmayla
- Davud Heykeliyle-  gözgöze gelip içeriye giriyoruz
J

18 Haziran 2012 Pazartesi

YEŞİL ELMA - Kemah'tan İstanbul'a Yüzyıllık bir Aşk Öyküsü



YEŞİL ELMA

Neşe ile Ateş evleneli bir ay olmuştu. Gözleri birbirlerinin gözleri içinde, karşılıklı oturmuş yemek yiyorlardı. Meyvalar geldiği zaman Ateş, karısının kendi iç alemine dalmış, bir şeyler düşündüğünü ve bu zihninden geçen şeylerin onu gülümsettiğini gördü. Bütün seven erkeklerin yaptığı gibi Ateş de kıskanç ve hırçın bir sesle:

- Neşe, hiç tereddüd etmeden ne düşündüğünü hemen söyle, dedi.

Genç kadın tatlı tatlı güldü. Sevgi dolu gözlerle erkeğinin gözlerinin içine baktı, nazlı nazlı:
- Koca bebeğim, neden bu kadar kıskançsın? dedi.

Elinde tuttuğu elmanın kabuklarını soymaya devam ederek:
- Zihnimden geçen şeylere gülümsüyordum, onu merak ettin değil mi? Sana da anlatayım.

“On, on bir yaşında küçücük bir kızdım. Büyükler oturmuşlar, her zaman olduğu gibi zamane gençlerini tenkid ediyorlardı. Sevişerek yapılan izdivaçların sonu gelmediği, halbuki eski izdivaçlar; annelerin, babaların tavassuti ile aynı seviyedeki aileler arasında olduğu için, daha sağlam yuvalar kurulduğu söyleniyordu.

Bu sözler üzerine büyük annem:

- Yoooo!. Ben pek bu fikirde değilim, diye itiraz etti. Size bunu ufak bir hikayeyle; daha doğrusu kendi aşkımın hikayesi ile ispat edeceğim.

Benim babam, ecdadı Selçuklu beylerine dayanan Kemah beylerindendi. Dedelerimiz Kemah’a gelip yerleştikleri zaman dört konak kurmuşlar. Mal dağılmasın diye birbirleri arasında evlene evlene bu konakların sahipleri hiç değişmemiş. İşte ben dünyaya gözlerimi bu konaklardan birinde açtım.

Teyzemin oğlu beşik kerteği nişanlımdı. Onlar uzakta, ağaçların arasından çatısı görünen konakta oturuyorlardı. On beş yaşına bastığım zaman düğünümüz olacaktı. Bu yüzden görmediğim nişanlımla küçücükken beraber oynamışız. Sonra bizi birbirimizden ayırmışlar. En eski çocukluk hatıralarımı düşünürdüm de bir türlü bu hatıralar içinde onu bulamazdım.

15 Haziran 2012 Cuma

Doğu Ekspresi ile Anadolu Manzaraları - 11


"Ben bir gün bu dağ köyünde, vadiden geçen treni gördüm."

Dağ Köyü

Ben bir gün bu dağ köyünde,
Görülecek en güzel şeyleri gördüm.
Vadiden geçen demiryolu,
Pırıl pırıl parlıyordu,

Irmak kıyısında bir istasyon,
Marşandizi ağırlıyordu.

Ben bir gün bu dağ köyünde
Duyulacak en güzel sesi duydum,
Rüzgâr, yüzyıllık ağaçların kalbinden,
Meşelerin, köknarların, pınarların
Gizli sazlarından haber verdi,
Yitmiş ormanların acısını dinledim, derinden.

13 Haziran 2012 Çarşamba

Yaz bir geldi, pir geldi…


Sonunda yaz geldi İstanbul’a! Hem de öyle bir geldi ki!.. Soğuk ve yağışlı geçen kış aylarının ardından, nazlana nazlana gelen bahar, çoğu zaman kış soğuklarını aratmayacak denli asık ve yağışlı yüzünü gösterince, neredeyse hazana dönüşecekken!.. birden bire güneşin en kavurucu sıcaklarına teslim etti kendisini…
Ve bir sabah kalktık ki İstanbul’a yaz gelmiş…
Yaz bir geldi, pir geldi!.. bahçeler, balkonlar şenlendi.  Güne daha erken başlamanın vaktidir şimdi. Zaten hayatın sesleri ve renkleri seni gönüllü uyandırmaya yetiyor.. Sabahı müjdelemek için birbiriyle yarışırcasına cik cik öten kuşların cıvıltılarına, kargaların gak gak sesleri, bir de pusulasını şaşırmış yolcu gibi vakitli vakitsiz öten mahallemizin efendisi sevgili horozumuz! “hadi uyanın artık!” demeye getiriyor bizi!.. bazen o martıların insan sesine benzer çıkardıkları sesler ve kedilerin başına güneş geçmiş gibi kızgınlıkla miyavlamaları…
Ya balkon şenliklerine ne demeli!.. şikayet ettiğim anlaşılmasın tabi ki!.. yaşam böyle renklerle ahenkli ve güzel!.. arada bir çatlak sesler de oluyor ama onlar da tuzu biberi!.. sabahları, komşu evlerin balkonlarında tatlı telaşlarla hazırlanan kahvaltı cümbüşüne, kaşık, çatal seslerin şıngırtısından, bardağa dökülen çayın ritmik hareketlerine, hatta burcu burcu demlenmiş çayın kokusuna ve hafif esintilerle perdelerinizin arasından savrulup odanıza kadar giren ıhlamur ağaçlarının kokusu da karışınca.. uyku tutmaz olur zaten, gözleriniz açılıverir erkenden... hele bir gecikmeye görün, o nemin üzerinizdeki ağırlığı kabus gibi çöreklenir bedeninize...
Gecenin içinden sabaha doğru yavaşça akarken zaman, baharla uyanan toprağın devinimi çok daha hızlı ve yaza geçişi bir başka renkli…hele ki yaşam büyük metropollerde her mevsimde başka bir alemJ

5 Haziran 2012 Salı

Martı halleri...




Ben pırıl pırıl bir gemiydim eskiden.
İnanırdım saadetli yolculuklara.
Adalar var zannederdim güneşli, mavi, dertsiz.
Bütün hızımla koşardım dalgalara.
O zaman beni görseydiniz.


(...)
Şimdi o akşam saatinde/ Dönüyorum görmüş, geçirmiş, atlatmış,/ 
Denizlerin doymayan sahilinde...


(*)
Özdemir Asaf 'Pay'