19 Ağustos 2017 Cumartesi

Portekiz Cabo da Roca, Cascais ve Sintra'dan izler ve yansımalar



Sular çağırıyor beni, Denizler çağırıyor,
Beni çağırıyor ete kemiğe bürünen tüm uzaklıklar
Ve denizlerin geçmişte yaşanmış bütün çağları beni çağırıyorlar.
***
Ah, gidebilmek, nasıl olursa, nereye olursa!
Gidebilmek o açık denizlere, dalgalar, tehlikeler içinden,
Yol almak açıklara, başka yerlere, Soyut Uzaklığa,
Belirsizlik içinde, gizemli gecelerin karanlığında,
Rüzgâra, kasırgaya kapılmış bir toz zerresi gibi sürüklenircesine!
Gitmek, gitmek, hiç durmadan gitmek! (*)
Endülüs Turu kapsamı içinde Portekiz ve İspanya gezimizin birbirinden ilginç destinasyonlarını kaldığımız yerden anlatmaya devam ediyorum. En son bir Ortaçağ kenti olan Obidos’u ziyaret etmiş; Obidos’un kent surları içinde konumlanmış daracık parke taşlı sokaklarında, beyaz rengin hâkim olduğu geleneksel boyalı evlerin, kiliselerin arasında dolaşmış, sıcacık konukseverlikleriyle turistleri karşılayan Obidos’lu küçük işletmecilerin harika sunumları eşliğinde, meşhur ‘Ginja’ kiraz likörlerinden içmiştik.Ve Obidos, çağlar öncesinin vakur ve aynı zamanda bizi, bir ‘Şekspir’ oyununa davet etmişcesine çok özel bir şekilde ağırlamış ve güzel izlenimlerle ayrılmıştık bu kentten. 
Bundan sonra ki rotamız Lizbon, ancak öncesinde Lizbona’a yakın iki ayrı sahil kenti;  Cascais ve Sintra'ya gideceğiz ama bu arada Avrupa’nın en batı noktasına,  yani Atlas Okyanusu’nun kıyısına ‘Cabo da Rocaya uğrayacağız.
CABO DA ROCA 
Portekiz’den yol alan her gezgin gibi Cabo da Roca kaçınılmaz bir duraktır. Çünkü burası gökyüzünün ucu ve Okyanusa açılan denizciler için karadan son bir yadigârdır.
Ormanlarla çevrili küçük yerleşim alanlarını geçtikten sonra Okyanusa yaklaştıkça, iklim biraz daha sertleşiyor ve ormanlar yerini liken, yosun ve çalılık tipi bitki örtüsüne bırakıyor. Veee keyifli yol seyrinden sonra oldukça dik bir yamaç üzerinde ve kıyısında deniz feneri olan Avrupa’nın en batı noktasına ayak basıyoruz.
1772 yılına tarihlenen deniz feneri kayalıkların üzerinde oldukça heybetli görünüyor.  Kuvvetli esen rüzgâr bize, Atlas Okyanusu’nun kıyısına geldiğimizi işaret ediyor.  Bölge rüzgâra dayanıklı endemik bitkilerle kaplı; sarı çiçekli kaktüs türü bitkiler, pembe ve likenli, kavruk otlar tıpkı Portekizli kâşifler gibi!. inatçı ve dik başlı! Sadece burada yetişen ve kadifeye benzeyen sintra adındaki endemik bitki, botanik meraklılarının ilgisini çekiyor. Tur arkadaşlarımızın arasında da aynı merakla dikkat kesilenler ve doğru kareyi çekebilmek için sintra’nın etrafını tavaf edenleri görüyorum. Biz ise bir an önce kıyıdaki haç işaretli sütunun olduğu uca gitmek istiyoruz. Gruptan olmayan kimi turistler ise kırmızı fenerin olduğu yöne doğru gidiyorlar.
Burada küçük bir turist danışma ofisi bulunuyor ancak zamanımız çok ama çok kısıtlı 10-15 dakikalık sadece fotoğraf molamız var,  bu yüzden ofise hiç yönelmiyoruz. Ama daha geniş vakit ayıracak olanlar için burada sadece 10 euro ödeyerek, Avrupa’nın en batı noktasına, Okyanusun kıyısına ayak bastığınızı bir sertifika ile ölümsüzleştirebiliyorsunuz, vaktimiz olsaydı eğer, biz de almak isterdik bu sertifikalardan, günün anısına hoş bir hatıra olurdu. Çünkü burası özel bir yer. Ve çok istesek de, bir daha gelebilmemiz  mümkün olmayabilir!.
Küçük İberia Yarımadası’nın bir yüzyıl boyunca denizleri fethetmesini ve dünyaya egemen olmasını sağlayan ve Okyanus Çağı'nı başlatacak olan o büyük  güç artık karşımızda!.   
Okyanus kenarında üstünde bir hac olan dikit taşın yanına gidiyoruz. Bu taş, bulunduğumuz yerin en uç nokta olduğunu belirtiyor. 
 *****
Coğrafi olarak böylesine özel bir konumda olmak, sanki kıtayı biz keşfetmişiz gibi tarifsiz bir sevinç yaşatıyor bize. Çünkü; “ Burada kara biter ve Okyanus başlar” der Portekizli Ozan KamuelBu yüzden çooook ama çokkk heyecanlıyım!.ve bir o kadar da, çocuklar gibi şen ;)
Karşımızda koskoca bir Okyanus! Kâşiflerin ayak bastığı, sonsuzluğa açılan bir pencere!. Ve sizi de içine alan bu pencere  müthiş bir özgürlük hissi veriyor!. İnsan baktıkça Okyanus’a ister istemez açılmak, ilerisin  görmek ve o boşluğun içine dalıp kaybolmak gibi… derin ve tarifsiz duygularla dolup taşıyor. Bir an, yaşadığım bu duygu seli bana, neden? kaşiflerin Portekiz’den çıkmış olduğunu, daha iyi anlamama sebep oluyor ve bu durum hiç şaşırtmıyor beni.  Çünkü o kadar koyu, kararlı ve azametli bir havası var ki Okyanusun, sizi kendine doğru çekiyor ve karşı koymakta zorlanıyorsunuz adeta. Demek ki o çağlarda yaşamış olsaydım, ben de denizlere açılmak konusunda hiç tereddüt etmezdim. Yelkenlimi savururdum derin mavi ve kara sulara… veeee açılırdım engin sulara!. Sonra da yelkenlerim fora J
İlginç şekilleriyle okyanusa doğru kıyı boyunca uzanan falezleri görüyoruz.  Yarların yüksekliği ise 100 metreleri buluyormuş. Mevsim gereği sakin görünse de kayalara çarpan dalgalar, yüzeyleri öylesine aşınmış ki, burada okyanusun gücünü ve kızgın yüzünü tahmin etmekte zorlanmıyoruz.
Kuvvetli bir rüzgâr olsa da, şansımıza yine de ılıman bir havayı ve açık, pırıl pırıl güneşli bir günü yaşamaktayız. Aksi taktirde falezler boyunca kıyı şeridinden bakınca uzaklara, çarpan dalgaların oluşturduğu su buharı ve ince sis perdesinin arkasından, daha kuzeyde kalan yerleşimleri bu kadar net göremezdik. Görüş alanımız çok geniş olmasa da baktığımız bu noktadan Portekiz’in sahil kasabalarının yer aldığını söyleyebilirim. (Praia dos Maços, Azenhas do Mar) Güneyde ise uzakta Cabo de Raso burnu seçiliyor ve Portekiz’in güney köşesi. 
Burada küçük bir parantez açıyorum ve bulunduğumuz yerin ne kadar önemli olduğunu anlamanız için kısacık da olsa tarihe, ‘Kaşifler Çağı’na yolculuk yapalım istiyorum. 
 - Denize uzanan bu devasa kaya, yüzlerce yıl, yalnız bir adam gibi çalkantılı dalgalarla Avrupa’nın kâbusunu izler ve sonra Cabo da Roca bu terkedilmişlikten kurtulur ve dünyayı keşfe çıkan Avrupalılar’ın dayanak noktası olur. Çünkü, karanın bitip, okyanusun başladığı yer bu perdeyi aralamıştır artık. Günler ve yıllar boyunca kimileri döner, kimileri ise kaybolur yok olup gider. 1443 yılında Prens Henrique önderliğinde Portekizli denizciler buradan yola çıkarak Batı Afrika sahillerindeki Bojadur burnunu aşar. O zamana dek burası dünyanın sonu olarak biliniyordu. Prens Henrique  en bilinen adı ile "Gemici Henrique" ve filosu 21 yıllık sürecek mücadeleye atılır.   
Portekizliler’in maceracı doğaları ve zenginlik arzuları ile güçlü dini tutkuları onları iki yada üç yelkenlileri olsa dahi bu serüvenli yolculuğa çıkmaktan alıkoymaz. Ve Ortaçağ boyunca süren Avrupalıların hakimiyeti Portekizliler’in denizleri aşmaları ile sona erer. Deniz aşırı yayılma sürdükçe insanlar daha da uzak denizlere yönelir ve büyük Okyanus’u yani Atlantik Okyanus’unu daha da yakından tanırlar.  O güne kadar Büyük Okyanusun yalnızca sahil boyunca uzandığı ve düz bir deniz olduğu düşünülüyorken, artık Büyük Okyanus’un hayal ettiklerinden çok daha, ama çok daha büyük olduğunu, güneye ve batıya doğru sınır tanımadan uzandığını keşfetmiş olacaklardı.  
Bu keşifler sonucunda Portekiz’e altın, fildişi ve karabiber akmaya başlayacak. Gemici Henrique'in başlattığı keşif gezileri sonraki yıllarda da sürdürülecek. Henrique'in ölümünden bir yıl sonra Gine Körfezi'ne, daha sonra (1487) Bartolomeu Dias, Ümit Burnu'na… derken tarih sahnesine Vasco de Gama  çıkacak…O da, (1498) yılında Hindistan'a ulaşmayı başaracaktır. Ve adı geçen birçok keşifte Gemici Henrique'in büyük oranda payı bulunacaktır.-
Dahası var…ama şimdilik bu kadarı yetsin, hepsini anlatmayayım size ve parantezi kapatayım burada. Sadece büyük keşiflerin olduğu o çağları gözünüzde canlandırın ve tahmin etmeye çalışın istedim.  Gözü pek  kâşiflerin sınırları aşan keşifleriyle bir anda neler yaşanır, ne gibi değişimler olur düşünün artık!. Ve bir kez daha düşünün, o kaşiflerin bulunduğumuz yerden Okyanus’a baktıklarını ve buradan o keşifleri başlattıklarını!.. ve bizim de o dakikalarda neler hissettiğimizi tahmin edin!
Rüzgârla ve dalgalarla sarmaş dolaş olduğumuz bu yerde tarihe yolculuk yaptıktan sonra, biz de varlığımızı sertifikayla olmasa da, fotoğraflarımızla ölümsüzleştiriyoruz :)
Öğrendiğimize göre burası aynı zamanda göçmen kuşların da bir geçiş yolu imiş. Hatta burada bölgeye has birkaç kuş cinsi de bulunurmuş.  Göç zamanı pek çok kuş gözlemcisi buraya gelir ve çadır kurarmış. Bu yüzden çevrede hiçbir yapılaşma görmüyoruz, tarihe ve doğaya saygı da bunu gerektirir zaten. Örnek alınası şeyler. Portekiz’de gördüğümüz her yerden çok olumlu duygularla ayrılıyoruz. Ve.. yeniden yola koyuluyoruz. Şimdi yeni yerler göreceğiz bu da, bizim keşfimiz olacak. 
Lizbon’un çevresi, iklimin büyük kısmında sürekli ılıman olan deniz, kum ve güneşin cömertçe  sergilendiği, birbirinden ilginç özellikleri olan, renkli sahil kentleriyle çevrili. Üstelik bu kentler, Avrupa’nın birçok sahil kentine göre daha ucuz,  kaliteli ve leziz restoranlarla dolu. Bu nedenle turizm ülkenin ekonomisinde önemli bir gelir kaynağı.
*** 
CASCAIS
Yeni rotamız Cascais, Lizbon’un eski bir balıkçı köyü ve aynı zamanda bir sayfiye yeri. Cascais ve Estoril yaz aylarında hem Portekizliler’in hem de tüm Avrupa’nın gözde yazlık beldesi.
Karanlıklar Denizi sahilindeki Cascais, Lizbon civarının en güzel şehirlerinden biri. Bu küçük ve sakin  sahil şehrinde, balıkçılar ile zengin insanlar, küçük esnaf ile dünyanın önemli politik şahsiyetleri birbirine yakın sayfiye evlerde yaşamlarını sürdürmektelermiş. 
Yazlık evler, plajlar ve sahil lokantalarıyla dolu Sahil kenti Cascais’in mimarisi çok zarif,  tarihi yapılar korunmuş, aralarında modern yapılar da var ancak, gözümüze çirkin gelen hiçbir görüntü yok. Burası aynı zamanda Lan Fleming’in etkilenip “James Bond” karakterini yarattığı yerdir.
Burada ki serbest dolaşacağımız süre 1.5 saat kadar, bu yüzden otobüsün bizi indirdiği yerden Cascais'in en hareketli  sahil kısmına, marinaların olduğu yöne doğru yürüyoruz. Buraya eğer ki bir tura bağlı olmaksızın gelirseniz eğer, ulaşım sorunu çekmeyeceğinizi söyleyebilirim. Çünkü burada Cais do  Sodre’den Cascais’e kadar olan 25 km. lik yolu trenle yapmanız da olasıdır. Büyük kısmı sahile yakın yerlerden geçen tren yolculuğunda Tejo Nehri’ni ve Atlantik Okyanusu’nu izleyerek çok keyifli vakit geçirebilirsiniz. (05:30 – 02:30 arasında yaklaşık 20 dakikada bir tren vardır.)
 
Largo da Praha da Rainha meydanından kıyıya doğru ilerleyerek, tepeden kuşbakışı kumsalı ve sörf yapanları seyrediyoruz. Burası aynı zamanda dünyanın önde gelen sörf merkezlerinden biri, hatta bu spor dalında ülkemizin nadide sahillerinden Çeşme, Alaçatı ciddi rakiplerinden biri oluyormuş. 
Ve gördüğümüz şu masmavi leb-i derya, Okyanusun Afrika’ya bakan yüzü oluyor. Biz de karşıdan el sallayarak ona, uzak diyarların, Anadolu’nun esintilerini yolluyoruz;  ‘es rüzgarım es!. bak bakalım bu esintide neler var’

*** 

Küçük bir kale ( Cidadela ) ve önünde yer alan Cascais Marinası’nın çevresinden dolanıp, sahilin arka sokaklarına doğru ilerliyoruz, artık görmeye alışkın olduğumuz ama asla bakmaktan bıkmayacağımız cepheleri çini kaplı evlerin ve çiçekli bahçelerin içinde mutlaka tarihe saygı niteliğinde liderlere ait heykellerin ve anıtsal yapıların arasında keyifle yürüyoruz. Bir taraftan da süremiz kısıtlı, zamanla yarışıyoruz.  

****


****


***


***




***

Ve geri dönmeyi hiç istemesek de, zamanında buluşma noktasında bulunmak için daha fazla ileriye gitmeden tekrar sahilden merkeze yöneliyoruz.  Ara sokakların içinden Rua Frederico Arouca’ya kentin alışveriş ve restoranlarının olduğu iç kısımlara... hediyelik eşya satan dükkanlardan, irili, ufaklı mağazaların olduğu sokaklara dalıyoruz. 


****


****



***


***

Her sokakta sık sık karşılaştığımız ‘Tasca’ tipi küçük restoranlar öylesine davetkâr ki!. ne, tepeden bakacak kadar kibirli bir duruşu var ne de yeknesak! Sade dekorları, mekanın bir yerinde küçücük de olsa yer verilen mavili-beyazlı zarif çini desenleriyle döşeli  restoranları, son derece sıcak ve kendini rahat hissedebileceğin tarzda.  İçlerinden sakin olduğunu gördüğümüz küçük bir restoranda karar kılıp, Portekiz’in harika lezzetleriyle buluşma ve siparişler gelinceye kadar da Verda Şaraplarıyla dinlenme dakikalarına geliyor sıra.

Garson’a yediğimiz enfes ızgara morinalar adına teşekkür ederken, Portekiz’i çok beğendiğimizi söylüyoruz. O da bize, “Benim ülkem küçük ama çok büyüktür.” diye cevap veriyor. Ne güzel bir yanıt!. İnsanın yaşadığı ülkesiyle gurur duyması, geçmişinden dersler alarak bu onura; birikimi ve emeği ile katma değer sunması ve geleceğe bu vizyonla bakması taktire şayandır.

***


Ve… tekrar tur arkadaşlarımızla buluşma noktasına geliyoruz, aracımıza binip bir başka sahil kenti Estroil’e doğru uzanıyoruz. Cascais ve Estoril birbirine çok yakın, arasında 2 km var yok. Estoril’de otobüsten inmeden, seyir halinde, tadımlık kısa bir şehir turu yapıyoruz.
Meraklı gözlerle çevreye bakınırken, rehberimiz, caddeye bakan ve yemyeşil, büyük bir bahçe içinde yer alan bir yapıya dikkatimizi çekiyor.  Meğer bu yapı, dünyanın en meşhur kumarhanesi Casino Estoril  oluyormuş efendim. Hatta “Casino Royal “isimli film de yine bu Kumarhane’de çekilmiş. Madem ki bu kadar meşhurmuş ‘Estoril’ ve bir de o dakikalarda yeşil ışıkta da durmuşsa otobüsümüz o halde bunu kaçırmayalım diyoruz ve birkaç dakikalık boşluktan yararlanıp içine giremesek de dışarıdan fotoğraflarını çekiyoruz. 
Karanın bitip, Okyanusun başladığı yer Coba da Roca ve Karanlıklar Denizi Sahili’ndeki küçük balıkçı şehri Cascais’ten sonra bu defa dağlara doğru küçük bir yolculuk yapıyoruz.

Portekiz gezimiz öylesine renkli geçiyor ki, kâh Ortaçağ dokusu içinde şatolar arasındayız, kâh küçük bir sahil kentinin daracık taşlı, çinili, çiçeklerle bezeli sokaklarında… bazen doğayla iç içeyiz, bazen de uçsuz bucaksız Okyanusun kıyısında…
***
SINTRA
Sintra 19. yüzyılda romantik şairler ve yazarların ilham ararken keşfettikleri küçük bir şehir.
Yemyeşil dağların arasında, kendine has mimarisiyle, tarihi şatolar, çeşmeler, kiliselerle çevrili Sintra, biraz gizemli, biraz da efsunlu duruşu ile bize ‘Hoşgeldiniz’ diyor! Böylesine pitoreks bir görüntü karşısında hoşnut kalınmayacak gibi değil. Zira, 19. Yüzyıl’ın izlerini taşıyan, bu romantik yapısal anıtlar nedeni ile Sintra, UNESCO Dünya Kültür Miras Listesine alınmış. Öyle ki bu kent, Portekiz’in tüm geçmiş kültürünü yansıtıyor.
Sintra Vila Bölgesi, kasabanın yaşam merkezi. Tur aracımız bizi, merkeze oldukça yakın bir yerde indiriyor. Aksi taktirde dik yamaçlar üzerine kurulu Sintra’da merkeze ulaşmak için biraz tepelere doğru yokuş yukarı yürümemiz gerekecekti. Bu ise zaman alacaktı. Bundan şikayetçi olmazdık tabi ki ancak tur programı oldukça dolu, hepsine yetişmek için böyle kolaylıkların sağlanması yerinde bir uygulama oluyor. Turun genel yaş ortalaması gereği de bu durum hoşlukla karşılanıyor.
Bir zamanlar kraliyet ailesinin, aristokratların, şairlerin, sanatçıların favori şehri olan Sintra bugüne kadar özenle korunmuş ve şehir eski bir Mağribi Sarayı olan (National Palace) Ulusal Sarayın çevresine toplanmış.

Tepede Sintra’nın Kalesi (Castelo dos Mouros
Sintra’da görülmesi gereken; Pena Sarayı, Quinta da Regaleira ve Sintra Ulusal Sarayı olmak üzere 3 önemli saray bulunuyor. Bu saraylar içinde biz sadece Ulusal Sarayı görebileceğiz.  Bunun dışında irili ufaklı saray yavrusu villalar ve çok güzel küçük evler var Sintra’da. Karşıdan gördüğümüz tepedeki kalenin adı ise Castelo dos Mouros olarak geçiyor.

***


Sintra’daki yapılarda en ufak bir tadilat dahi büyük izinler almayı gerekli kılıyormuş. Doğa korunmuş, tarih korunmuş, nüfus dengede kalmış.  Diğer yandan şehrin romantik dokusu nasıl da gizemli bunu sokaklarda dolaşırken daha iyi gözlemliyoruz. Bu yüzden Lizbonlular, evlilik kutlamaları ve özel günleri için buradaki küçük tarihi evlerin bahçelerini kiralayarak bu anları çok daha özel kılıyorlarmış. Ayrıca bu tarihi saraylarda Haziran ve Temmuz aylarında klasik müzik festivali, Ağustos ayında ise dans festivali düzenleniyormuş. Tarihi yapıların bu şekilde kültürel etkinliklerle topluma kazandırılması onların değerine artı değer katıyor. Böyle bir atmosfer içinde o konserleri izlemenin duygusu da bir başkadır. 

***


***


Ulusal Saray, Sintra’nın 'Eski Şehir' (Old Town) olarak adlandırılan bölgesinde konumlanmış. Yeşillikler arasında, kuğu misali pâk ve zarif duruşu ile Saray gözümde bambaşka bir boyuta dönüşüyor!

İnsan, ilk kez ayak bastığı ve farklı kültürlerin izlerini taşıyan sokaklarda dolaşırken neler hissetmez ki! hele ki böylesine, masalsı bir kentte olunca!. Bölge ve tarih birbirine sarılmış, sanki ikisi de birbirini aydınlatmış. O anları yaşarken bir an, başka bir zamanda hissediyorum kendimi. Ancak bu hissedişlerim bana bir yabancılık duygusu yaşatmıyor, çağlar arasına ışınlanmakta zorlanmıyorum. Belki izlediğim filmler, belki de okuduğum kitaplar ve romanların bir etkisidir tüm bunlar. Bir de çocukluğumdan beri hayal kurmaya, masallara, hikâyelere olan düşkünlüğümdür buna sebep, kim bilir!
Ve o dakikalarda, Fernando Pessoa’nın bir sözü geliyor aklıma.‘Huzursuzluğun Kitabı’nda
“Hissetmek, ne renktir acaba?” diye soruyor. Ve işte o an’da hislerim, buna yanıt veriyor ve rengini belli ediyor!
Veee artık başlasın keşif dakikaları. Önce Kraliyet Ailesinin yaşadığı sarayı gezeceğiz. Rehberimiz yola çıkmadan rezarvasyonları yapıyor, çünkü uzun kuyruklarda beklemek programı aksatabilir. Bu yüzden çok fazla beklemeden saraya giriyoruz. 
Etrafı yemyeşil tepelerle çevrili olan sarayın yapım tarihi 10. Yüzyıla kadar uzanıyor. Kasaba bir zamanlar Müslümanların elindedir. Saray binası da işte o tarihlerde yani Müslümanlar zamanındayken yapılmış.
15. yüzyıldan, 19. yüzyıla kadar Saray neredeyse kesintisiz bir şekilde kraliyet aileleri tarafından kullanılmış, bu yüzden Ulusal Saray Orta Çağa ait en iyi korunmuş saray olarak kabul ediliyor. Bu bölgeyi Emevilerden 12. yüzyılda alan Kral Afonso Henriques, bugünkü Ulusal Sarayın olduğu yeri kendine ikamet yeri olarak seçmiş. 1910 yılında, Portekiz Cumhuriyeti’nin ilanından sonra ise ulusal varlık listesine alınmış ve sonraki yıllarda müzeye dönüştürülmüş.
Daha saraya adım atar atmaz bir Arap mimarisi olduğu, zemin kattaki kemerler ve çatı süslemelerinden belli oluyor. Sarayda Gotik, Manueline, Arap ve Mudejar  mimari stilleri iç içe bulunuyor. *(romanesk ve gotik üslupların Arap mimari tarzıyla karışmasını ifade eden İspanyolca terim)

***


***

Kuğulu Oda  "Sala dos Cisnes"
İkinci kata geldiğimizde, Manueline- Gotik tarzı pencerelerin mimariye son derece uymuş olduğunu görüyoruz. Salonlar tavan süslemelerine göre adlandırılmış. Odalar ise Sevilla (Arap ) ve Mudejar tarzı çinilerle kaplanmış. Bir yatak odasının duvarlarında ise asma dalları olan ve alışılmışın dışındaki geleneksel renklerin yerine karamel renkli çinileri görüyoruz. 
Halı şeklindeki çiniler ise Şark halılarının birer kopyası. Ancak oldukça tuhaf dekorasyonlar da var. O da sarayın tavanlarında çıkıyor karşımıza. Özellikle şu tavanda gördüğümüz saksağanlar!
Bu saksağanlar tam olarak 136 taneymiş. Bunlar ise Kraliçe Filipa’nın nedimelerini temsil etmekteymiş. Kral Joao, onlara dedikoducular dermiş. Çünkü nedimeler, kralın başka bir kadını öptüğünü görerek bunu kraliçeye söylemişler. Kral ise eşine, o kadını iyilik olsun diye öptüğünü söylemiş! ve üzerinde “Por Bem” yazan bir bayrak yaptırmış. Kraliçe’nin bu yanıta inanıp inanmadığı bilinmiyor.. ancak ben inandığını hiç sanmıyorum. Buna hangi kadın inanır ki!. gruptaki hemcinslerimle göz göze geliyorum o dakikalarda!. Gözlerimiz konuşurken, ortak duyumsayışlarla hepimiz başlarımızı iki yana sallıyoruz!.. ve tabi ki “hayırrrr” diyoruz. Gücü elinde tutan erkekler/kadınlar ve güçlü bir erkeğin/kadının ardına sığınan kimi zavallı, kimi aklınca kurnaz, entrika yüklü kadınlar/erkekler!. Yüzyıllarca hiç değişmeyen,  ihtiraslar ve ihanetler… Ve hep aynı nakaratlar ;)

***


***

Yine bir başka odanın duvarlarında mavi beyaz çinilerle dekore edilmiş av sahnelerini görüyoruz. Ve tavandaki 72 geyiğin her biri, bir asil ailenin armasını tutuyor. Görseller oldukça ilginç!. O devrin dekorasyon anlayışı böyleymiş demek ki!. ne de olsa Magribiler’in (Araplar) izlerini taşıyor.

*** 

Ve…bizim için en güzel oda, tavanda ki gemi resimlerinde ki Türk bayraklarının bulunduğu bu oda! . Bu resimlerde donanma savaşlarında karşı karşıya geldiği ülkeleri tasvir etmişler. Tabi ki Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasını da unutmamışlar! Tarihsel süreçlerini duvar resimleriyle bugünlere taşımışlar. 
Duvarlar kitap gibi, odalar antika eşyalar arasında kimi komik ve tuhaf görsel çizimlerle şaka gibi;) kimi eserlere paha biçilemez başlı-başına birer şaheser ve bu ‘ağır’ ambiyansın içinde, ola ki daralırsa ruhlar, pencere boşluklarından içeriye sızan ve loş karanlığı delen güneş huzmeleri arasından, yemyeşil ormana ve karşı ki tepelere bakmak terapi gibi :) 
Sarayda Kuğulu Salon, İç bahçe, Saksağan Odası, Kral Sebastian’ın Yatak Odası,  Julius Sezar Odası, Manuelin Odası ve gösterişli Büyük Kabul Salonu’nu gezdikten sonra teraslardan manzaraya bakıyoruz.   

Bahçeye çıktığımızda ise ilginç bir dekorasyon ile karşılaşıyoruz. Burada yaz aylarında sıcaktan kaçmak için yapılan çinilerle döşeli ve aralarından ince borularla su buharı veren düzenekler oldukça enteresan.
Saray mutfağındaki teçhizatlar, araç gereç düzenlemelerden anladığımız o ki;  geleni gideni çok olan bir saraymış burası.  
Ve saray bünyesinde; dekoratif ve hediyelik küçük eşyalar, biblolar ve kitapların olduğu küçük bir mağazayı da dolaştıktan sonra.. ziyaretimiz sona eriyor.
Artık 15-20 dakikalık serbest zamanlar…Şehrin tarihi bölgesindeki çini kaplı yapılar, sanatsal dokunuşlarla ve zarif peysajıyla ruhunuzu dinlendirecek yemyeşil parklar, güzel çeşmeler, keşiş mezarları…  doğa ile iç içe geçmiş bu ortam öylesine çekici ki, bu huzur verici şehri, sokak sokak yürüyerek keşfetmek istiyorsunuz. 
Dağın yamacında, daracık parke taşlı sokaklarda; küçük şirin kafelerin, geleneksel  el emeği ürünlerin ve hediyelik eşyaların satıldığı dükkanların arasında dolaşıp… kâh o sokağa, kâh bu sokağa girelim!. biraz da şu kareyi çekelim! şu çeşmenin önüne kadar yürüyelim diyoruz. 

 Lord  Byron Cafe :) 


Çok gezen bir insan olan İngiliz şair Lord Byron'da bu kasabayı çok sevmiş ve hayatının bir kısmını burada sürdürmüş. Lord Byron bir arkadaşına yazdığı mektupta Sintra için “burası dünyadaki en güzel kasaba olabilir” demiş. Bu gizemli, masalımsı şehirde, Byron'un nerede, hangi mekânda kaldığını bilemesek de, onun izlerini yürüdüğümüz her sokakta görebiliyoruz. Sintralılar bu sevgiyi karşılıksız bırakmamış...ve adını pek çok yere yazarak, şaire olan sevgi ve saygılarını göstermişler. 


Ayrıca, "Kibritçi Küçük Kız"ın yazarı Hans Christian Andersen, yazar Thomas Beckford, İngiliz yazar Jackson ve daha niceleri bu kasabada kalmışlar, Sintra onlara ilham olmuş. 


***


 ***

Grupların çoğu merkezdeki noktalarda biz ise hazine keşfetmiş gibiyiz.. ormanın içine doğru uzanan sokaklar nasıl gizemli!. nasıl romantik!.
Havadaki kokular ki biraz ıslak, biraz nemli, ormanın kendine has kokuları sarmış çevreyi ve bu kokular görsel bir ambiyans içinde mest etmiş bizi! ancak saatlerimiz de yine ilerlemiş, hemen bir alt sokağa geçip hızlıca yürüyoruz!. yok yok yürümek ne kelime geç kalmayalım diye hafiften koşturuyoruz, veeee tam zamanında (hatta, 5-10 dakika erken) buluşma noktasına geliyoruz.... 
Sintra'dan ayrılmak zor olsa da, kim bilir belki bir gün, çılgın bir rüzgar eser ve savurur bizi bu kente :)  ama geldik ve gördük ya! her zaman ki gibi yürekten teşekkür ediyoruz hayata! Ve yeniden yola koyuluyoruz. Dolu dolu geçen bir gün, toplamında dört günün ardından, biraz dinlenip, biraz da enerji depolayacağız. Sonra Portekiz gezimizin finalini başkent Lizbon ile tamamlayacağız. 
Esin Bozdemir 
Bizi izlemeye devam ediniz.
  
Portekiz Gezimizin 8. (son) Durağı: Lizbon
Portekiz Gezimizin 7. Durağı: Cabo da Roca, Cascais ve Sintra
Portekiz Gezimizin 6. Durağı: Obidos - Portekiz Gezimizin 5. Durağı: Nazare
Portkezi Gezimizin 4. Durağı: Fatima  Portekiz Gezimizin 3. Durağı: Guimaraes
Portekiz Gezimizin 2. durağı: Braga - Portekiz Gezimizin ilk durağı: Porto 

***
(*) Fernando  PESSOA, 1933 (Çeviri: Cevat ÇAPAN)

16 yorum:

  1. Ne kadar güzel yerlere gitmişsiniz yine Esin'cim, çok beğendim, insan kendisini Vasco de Gama, Colomb filan gibi kaşif sanır oraları gezerken herhalde. Sintra'ya bayıldım, arada A harfi olsa en sevdiğim şarkıcının ismi. Fotolar harika, yazı da eline sağlık.
    Sevgiler:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @bücürükveben
      Portekiz'de görebildiğimiz şehirlerin her biri karakteristikti! Sintra'da çok güzeldi. Ah Sin(a)tra :) ince ama derin bir ayrıntı bu:) İlgi ve beğenilerin için çok teşekkür ederim sevgili müjde. Sevgilerle...

      Sil
  2. Harika;en doğu -batı,en güney-kuzey noktaları görmek benim için de heyecan vericidir.Aah coğrafi keşifler ;zincirleme tarihi biçimlendiren olaylar...Çok teşekkürler Esin'ciğim ,emeklerine sağlık.Çok sevgiler

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Arzu Sarıyer,
      Farklı coğrafyaları vizyoner bir bakışla görmek; tarihiyle, kültürüyle,insanıyla..kısa bir zaman dilimi içinde de olsa buluşmak heyecan verici. Emeğe verdiğiniz değer adına asıl ben teşekkür ederim Arzu Öğretmenim.Sevgilerimle..

      Sil
  3. Okurken seninle gezdiğimi hissettim. Oralarda bir gün ben de kah yazarak kah fotoğraflayarak gezmeyi diledim. Okyanusun çağıran sesini duydum.
    İçimden ülkemde de tarihin ve doğallığın içiçe geçip turistlerin ayak sesleri ve gülüşleriyle dolaşmalarını hayal ettim. Hepimiz hayal edip niyet tutarsak bence olur.
    Gerek Byron gerek Hans Andersen ilhamlarını Sintradan almaları boş değil.
    Sevgilerimle. :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @bahce perim,
      “Bir çok kez hayaller başlangıçta imkansız görünür, daha sonra olası ve yeterince istekli olunursa, sonunda kaçınılmaz olur.” demiş (Chiristopher Reeve). Bence çok doğru bir söz. Senin de görmeni çok isterim bahceperim..her şey (hayal ettiğin gibi) gönlünce olsun..Sevgilerimle :))

      Sil
  4. Yine dolu dolu bir yazı olmuş. Gezmiş kadar oldum diyeceğim ama yok ben yine de gidip göreyim oraları:) Emeğine sağlık Esincim. Bol bol gez, bol bol yaz...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @sezer eser perker,
      Çok teşekkür ederim Sezer'cim..kesinlikle gidip görmelisin, çok beğeneceğinden eminim.. paylaşmakdaki amacımız da bu değil mi zaten! Hem kendi tarihimize not düşmek hem de teşvik etmek :) sen de öyle canım, çok gez ve yaz...çok öpüyorum :)) sevgilerimle...

      Sil
  5. Merhaba Esin Hanım, Portekiz notlarınızı hayranlıkla okudum. Tur ile gitmişsiniz sanırım. Biz de yakın zamanda bir Portekiz gezisi için tur şirketi araştırıyoruz. Hangi şirket ile gittiğinizi ve memnun kalıp kalmadığınızı paylaşır mısınız rica etsem... Teşekkürler...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhaba,
      ilginize çok teşekkür ederim. Biz jollytur ile gittik. Özellikle Akdenizde ki Endülüs hakimiyetinin izlerini sürmekti amacımız. Bu yüzden seçimimiz olan turun genel tanımı:PORTEKİZ & ENDÜLÜS: Porto (2) – Lizbon (2) –Sevilla (2) – Granada (1) – Malaga idi. Dolu dolu bir hafta süren bir programdı. Tur boyunca bize eşlik eden profesyonel rehber Eser hanımdan da çok memnun kaldık. Katılımcılar uyumluydu. Tek handikabımız son güne kadar vizemizin çıkıp-çıkmadığı endişesini yaşamak oldu ve sıkıntılı bekleyişlerimizin ardından ancak seyahatimizden bir gün önce vizemizin çıktığı haberini aldık. Ve ilk defa yaşadığımız böyle tatsız bir durum ile pasaportlarımızı, havaalanında bizi karşılayan acenta elemanlarından aldık. Neyse ki sonrası güzelliklerle doluydu, yaşadığımız bu endişe dolu anlar, güzelliklerin gölgesinde kaldı. Tüm bunları şu yazımda anlattım bakabilirsiniz.( http://izlerveyansimalar.blogspot.com.tr/2017/06/portodan-izler-ve-yansmalar.html )

      Umarım siz böyle bir sorun ile karşılaşmazsınız...şimdiden gönlünüzce geçecek güzel bir tatil diliyorum. Esenlikle...

      Sil
  6. tebrik ediyorum çok detaylı bir yazı olmuş :)

    YanıtlaSil
  7. Portekize gidersem, bu yazınızı rehber olarak kullanacağım .

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Zeynep Özmen Ünlü,
      Teşekkür ederim Zeynep. Umarım faydalı olur rehberliğim..

      Sil
  8. İnce ince işleyip fotoğraflarla taçlandırdığın çok detaylı Portekiz yazılarını tatil yoğunluğuma rastlasa da fırsat buldukça takip ettim. Telefonumdan, keyifle.
    Portekiz'i merak eden ya da gidip görmek isteyenler için esaslı bir rehber oluştu burada. Basılsa kitap olabilecek nitelikte...

    Gören gözlerine, emeğine sağlık Esinciğim. Sevgilerimle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. @Zeugma,
      Çok teşekkür ederim Zeugmacım, hem ziyaretin hem de yorumun için. Uzun zamandır sitemde göremiyordum seni, merak etmeye başlamıştım artık.. ama şükür ki sen tatildeymişsin o aralar. TaTilde iken ben de laptopu dahi açmıyorum, ancak sağolsun akıllı tf.lar bizleri esir aldılar resmen :) haklısın, oradan da yorum bırakılamıyor. Neyse artık sonbahar ekinoksu ile birlikte normal düzenimize geri dönebiliriz :)
      Portekiz'i çok beğendik Zeugmacığım. Çok yoğun bir turdu, arka arkaya gezidğimiz şehirleri bloğumda paylaştım..Lizbon'a geldim, ben de bittim dermişim :) frenleri koyverdim, yoruldum sanırım ;) bu yüzden araya başka postlar girdi. Bir hamleyle Lizbon'u da yazıp tamamlamam gerekiyor Portekiz'i. Sonra da sırada ispanya'nın Endülüs Bölgeleri var, ancak İspanya'da sadece 3 şehir dolaştık orası Portekiz kadar yormayacaktır beni..severek yapıyorum bu gezi yazılarını ama bunun için gezinin dışında da ayrıca farklı kaynakları okuyup, araştırıyorum özellikle tarihi bilgileri doğru öğrenmek, paylaşmak adına. Demem o ki, bir hayli zaman harcıyorum. Bu yüzden aralarda farklı konulara odaklanarak kafamı dağıtmaya çalışıyorum.

      Biz yazılarımızı derlesek kaç kitap olurdu bugüne kadar Zeugmacığım.. Ama sağolsun oturduğu yerden başkalarının emeklerini ç/alarak yazanlar ne kadar çok!. hep bildiğimiz şeyler işte.
      Böyle tuhaf yılların içinden geçiyoruz. Ama iyi ki yazıyoruz, paylaşıyoruz. Bloglar, öncelikle kendimizi iyi hissettiriyor. Ayrıca tek bir insana dahi küçücük bir faydamızın olduğunu bilmek bizi mutlu etmeye yeter .)

      Değerli düşüncelerin için çok sağol Zeugmacığım. Güzel bir haftasonu dilerim. Sevgilerimle..

      Sil