15 Mart 2012 Perşembe

Kaybolan şehirler, yitik insanlar!..



Sabahın ilk ışıklarını görebilmek için, başımı hafifçe yukarıya doğru kaldırıyorum!.. ama yeterli gelmiyor!.. biraz daha, biraz daha kaldırmam gerek başımı, görebilmem için aydınlığı!..

Gözlerim açık ve engin mavilikleri arıyor!..  etrafımda yemyeşil ağaçların, rüzgârla hışıldayan seslerini duymak,  güneşin,  başımın üzerinde tabak gibi alabildiğine geniş ve tüm sokağa yayılan güçlü ışıklarını görmek istiyorum!.. oysa etrafımı saran bu kapkara beton yığınları arasında ne göğün maviliğini, ne yemyeşil ağaçları, ne de güneşin, yüzümü aydınlatan ışıklarını görebiliyorum!... sokaklar öylesine renksiz ki artık!.. güneşin sokağımıza yansıyan o cılız huzmeleri aydınlatmaya kâfi gelmiyor mekanlarımızı!..  bir de yetmezmiş gibi, havalar da bu yıl gülen yüzünü hiç göstermez oldu!..
Boğulur gibiyim, şu kasvetli beton yığınlarının arasında ve nefes alamıyorum adeta!.. bir tek ben mi!.. ne yapsın zemin katlarda  tıkış tıkış iki  göz odada yaşamaya çalışan komşularımız!… onlar ne güneşi görebiliyorlar, ne de ferah bir alanda yaşayabiliyorlar!..

Sabah uyandığımda, karşı apartmanın penceresinin pervazında akşamdan bırakıldığı belli olan üzeri tepeleme izmarit dolu bir kül tablası görüyorum! Sonra  uzunlu kısalı, uyumsuz ve karışık görüntüde hiç açılmayan o perdeler!.. sabah nasılsa akşam da yerleri hiç değişmeyen görüntüleri hep aynı, belli ki hiç dokunulmamış!.. diğer binalar, her gün açılan- kapanan perdeler, kimi hareketli kiminde de yaşam belirtisi yokmuş  gibi!.. hiç görünmeyen insanlar!.. sanki tüm coşku/lar sözleşmiş ve bir başka gezegene göç etmişler gibi!.. hiçbir kıpırtı ve içe neşe veren bir ahenk yok!.. adeta yitirmiş canlılığını tüm mekânlar ve mekânlar  gibi içinde yaşayan insanlar!..  

Her yeni güne yorgun ve soluk benizlerle başlıyor sokak sakinleri!.. “çıkmaz sokaklar!”, “adsız sokaklar!”, “sevinçsiz sokaklar!”.. . Peki ya caddeler, kavşaklar, kaldırımlar!.. büyük bir telaş içinde gelen, giden, koşuşturan insanlar!...keşmekeş trafik! Kestirme yolları deneyen insanların labirent gibi nereden girilip nereden çıkılacağını kestiremediğin  tali yollardaki eziyetleri!.  her yerde aynı benzi soluk yüzler… ta ki balon misali ’mutluluk dağıtan!' alışveriş merkezlerine girinceye kadar!.. orada bambaşka 'yanıltan' bir dünya var!.. ama ne kadar sahici ki buradaki abartılı dünya!..
Hani nerde? Nerede o içi de dışı da ferah bir yaşamın aracı olan mekanlar!..
Elime aldığım bir sanat dergisinde,  fikirleri dünya çapında büyük ilgi uyandıran ve çağının çığır açan mimarı olarak ismini belleklere yazdıran;  20. yy.'ın en ünlü mimarı, modernist mimarinin kurucusu Le Corbusier diyor ki;  

“Eğer halk yığınlarının hem ruh hem de bedenleriyle nasıl yaşadıklarını anlamak istiyorsanız, nasıl ve nerede barındıklarını görmek için evlerine girmemiz lazım!.. Nerede ve nasıl yiyor? nasıl aile kurmuş? nasıl çocuk yetiştiriyor? nerede, nasıl ve neyi konuşuyorlar? işleri güçleri nedir?.. Ölgün ve yorgun ruhlarına yeni bir ümit kapısı açan şu mavi gök parçası nasıl şeydir? Sonra gördükleriniz karşısında şaşırıp kalacak, dertlenecek, isyan edecek ve 'ne?' diye soracaksınız…
 
“ Doğruluk, incelik ve denge ile, mekanik ve oransal güç ile yükselen şu yeni medeniyet burada, bu bataklıkta mı çürüyor?  Ormandaki tilkiyi, ağaçtaki kuşu, sudaki bir balığı düşünün. Her dakika yaşamak, beslenmek, kendilerini korumak için mücadele veriyorlar. Bu böyle ama hiç olmazsa tilkinin ormanı, kuşun sığındığı yaprakları, balığın deresi, nehir yada okyanusu var. İnsana gelince o biyolojisinin en temel ihtiyacı olan güneşi, göğü ve ağaçları kaybetti. Şimdi o çürütücü şartlar içinde ot gibi yaşamaktadır. “
 


(bunları yarım asırı aşkın bir süre önce söylemiş mimar! Ya  bugünü görse idi ne düşünürdü!.. kendisini de eleştirir ve 'ben nerde yanlış yaptım!' der miydi acaba!..)
Şehircilik anlayışı ve politikanın, politik kararların insan hayatına yansıyan etkileri içinde önüne geçilemez bir hızda artan (kırsaldan kentlere)  göçler ile artık şehirler  sürüler gibi çoğalan insan yığınlarını taşıyamaz haldeler!.. kentsel dönüşüm projeleri ile artan nüfusu dengeli biçimde ve her insanın başını sokacağı,  tam ihtiyaçlarını karşılayabileceği sağlıklı mekanlar  temin edilebildi mi peki!.. Ucube tarzda yükselen ve tarihi siluetleri katleden devasa binalar ile büyük kentlerin ranta peşkeş çekildiği yapılarla beton yığınına dönüşmesinin önüne geçilebildi mi! yada medeniyetin görüntüsü yüksek yüksek binaları dikmek midir sadece!
Her devirde ve her yönetimde olduğu gibi sık sık imar suçları affı çıkarılarak, şehrin hem görüntüsünün hem de master planının böylesine tahrip edilmesi içler acısı bir durum!..
Güzelim İstanbul artık beton yığınına dönüşen, enine değil de dikine büyüyen şekilsizliği ile ve  Anadolu'dan aldığı olağanüstü göçten dolayı artık o eski cazibesini yitirmek üzere!.. ama yine de hala “ tek dişi kalmış canavarlara!” inat direniyor…  
Orta sınıf için toplu konut ve apartman istiflerinin yapımı, zenginler için boğucu cennetler olan kapalı sitelerin oluşmaya başlaması ve kenar mahalleler de dün olduğu gibi bugün de varoş’luklarını devam ettiren insanlarla dolu çevremiz!.  Apartman dairesine geçmekle daha modern ve medeni bir hayata geçen veya geçtiği zannedilen ama toplu halde yaşam kültürü, başkalarına saygı ve ortak paydalarda uyum gösterebilen insanlar ne kadardır acaba!
Mutluluk mimarisinin temelinde iyi analiz ve tahlillerde bulunarak günümüz şartlarına uygun mekanları tasarlayıp yaratırken, asıl ve en önemli oyuncuların insan faktörü olduğunu unutmadan, şekilcilikten daha çok insanın gelişimine, eğitimine ve üretkenliğine yönelik müeyyideleri de hayata geçirmek olmalıdır gerçek amaç. Yoksa vahşi kapitalizmin emirlerine uyarak  insana pek de mutluluk vermeyen ürkütücü yüksek mağaralar, ‘ucubeler!’  inşa etmeye devam etmek riyakârlıktan öte bir şaşkınlık ve acizliğin bir ifadesidir sadece!..
Yitirilen kültür, yitirilen doğa ve yitik insanlarla yok ettiğimiz dünya!..
ve koşar adımlarla yaklaşmakta olduğumuz sona doğru! bir adım, bir adım daha atmaktır dikilen her bina!….
Esin Bozdemir

görsel: mycophobia

4 yorum:

  1. Çok güzel yazmışsınız, gerçekten hızla tüketiyoruz doğayı, ben de en son bundan bahsetmiştim, üstelik mimari hem göze hitap eden bir olgu hem de çevreye etkisi büyük, şehir planlaması diye bir şey malesef yapılmıyor, elinize sağlık güzel paylaşımınız için.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Eren,
      Ne yazık ki yanlış politikalar ve politik kararlar ile bambaşka şekle dönüştürülmeye çalışılan bir ülke algısı içinde; artık ne şehirler ne de köyler eskisi gibi değil!her şey giderek kimliğini kaybetmekte!..ve en önemlisi her geçen gün daha da mutsuz bir toplum olmaktayız!..

      Sil
  2. Hem çok ciddi hem de çok gerçek olan dertlere sorunlara kalem basmışsın sevgili Esin..

    Galiba aklı kıt olanda zevk de olmuyor.. Hangi vitrine baksam, pırlant taklidi taşlarla düğmeleri olan simli 'S' harfleri ile süslü giysiler görmekteyim.. uzun uzun yerleri süpüren etekleri ile boynuna doladığı şalı ile.. Aslında hoşuma gidiyor.. nicedir hiç bir vitrinde neredeyse hiç birinde iç geçirdiğim ya da hayranlıkla seyrettiğim bir ürüne rastlamıyorum..
    Ama evet insanlar mutsuz.. ve bu beni artık hiç ama hiç rahatsız etmiyor.. O mutsuzlardır seçtikleri ile seni beni bizi de mutsuz kılan..

    Bugün Bekir Coşkun diyor ki, "senden Başbakan olmaz yaa... şoförü kaçmış kum kamyonunun müteahhidine benziyorsun" diyor.. Daha Haydarpaşa garı yakılmadan çok önce oraya dev bir inşaat yapılacağı söylenmişti İstanbul'un Manhattan'ı diye.. Eeee böyle BAŞ'a böyle tarak!!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gülsen Öğretmenim
      Öyle güzel söylemişsiniz ki!..aynen dediğiniz gibi;' akıl noksan olunca ortaya çıkan işler de noksan oluyor!'tabi ki bir de zevksiz...

      Bekir Coşkun'un yazısını okuyunca, hem yazılanı/yordum hem de karikatürize ettim sahneyi!. güldüm ağlanılası halimize!!!

      Sil